Hayat’ın ve hayatta kalabilenin anlatıcısı: David Wagner
David Wagner, Almanya’da henüz yeni piyasaya çıkan ‘Verkin’ adlı romanıyla İstanbul’u, Türkiye’yi iyi tanıdığını kanıtlayan bol ödüllü bir yazar. Bavyera ve Leipzig Kitap Ödülü gibi ödüllerin sahibi Wagner, 1971 doğumlu. ‘Gece Mavisi Pantolonum’ şeklinde Türkçeleştirebileceğimiz ilk romanı ‘Meine nachtblaue Hose’ 2000 yılında yayımlandı, bunu ilk öykü ve deneme kitapları takip etti.
‘Leben’ adlı romanıyla 2013’te Leipzig Kitap Fuarı Ödülü’ne değer görüldü. Roman Ayça Sabuncuoğlu tarafından ‘Hayat’ ismiyle Türkçeye kazandırıldı, Everest Yayınevi etiketiyle yayımlandı. En son da İstanbullu bir Ermeni kadının hikayesine odaklanan ‘Verkin’ adlı romanı basıldı.
David Wagner’le hem bu romanı hem de hastalığa ve yaşam sevincine dair çok etkileyici romanı ‘Hayat’ hakkında konuştuk.
Sevgili David Wagner, biz söyleşimizi Berlin’de yapıyoruz bugün. Ama son yıllarda o kadar sık İstanbul’a gidip gelmişsiniz ki, aslında pekala orada da buluşabilirmişiz.
Evet, haklısınız. İstanbul’a ilk kez 2010 yılında iki haftalığına gittim. Daha sonra 2015 yılında Tarabya Kültür Akademisi’nin bursiyeri olarak altı ayımı şehirde geçirdim. İstanbul’a Boğaz’a aşık oldum diyebilirim. Bu dönemde Türkiye’yi çok dolaştım. Büyük şans eseri çok ilginç bir kişilikle, ilginç bir kadınla tanıştım bu sırada. Tarabya’da, Beyoğlu ve Arap Camii tarafında yaşayan İstanbullu Ermeni bir kadındı bu ve bana hikayeler anlatmaya başladı.
‘YAZMAK FİZİKSEL BİR EYLEMDİR’
Evet İstanbul’daki karşılaşmalarınız ve karşılaşmalardan ortaya çıkan yeni romanınız ‘Verkin’ hakkında detaylı bir şekilde konuşacağız. Ama önce Türkçeye de çevrilmiş olan eseriniz hakkında konuşalım. ‘Hayat’, hastalığın, hastalıktan kurtulmanın ve hayatta kalmanın romanı. Neredeyse bir karaciğer naklinin kronolojisi tutuluyor kitapta. Beden ve hastalık konuları yazar olarak sizin için geride kaldı diyebilir miyiz, yoksa bunlar hâlâ meşgul ediyor mu sizi?
Yazan birinin bedenle ya da hayatla ilgilenmemesi mümkün mü? Sadece beni değil, her yazarı meşgul eden konular bunlar. Çünkü bedenimizle yazarız, dolayısıyla yazmak fiziksel bir eylemdir. Ve ben de aslında ancak yaşadıklarım, tanıklıklarım hakkında yazan biriyim ya da şöyle diyelim: Beni çok ilgilendiren, anlamak istediğim şeyler hakkında yazıyorum. ‘Hayat’ adlı romanım da böyle doğdu. Bir sır değil: Çocukluğumun erken evrelerinden itibaren kronik bir hastalığım olduğu anlaşıldı. Karaciğerimin belli bir zaman sonra çalışmayacağını biliyordum. Yani bir noktadan sonra ancak ve ancak karaciğer nakliyle hayatta kalabilmem mümkün olacaktı. Sonuçta şansım yaver gitti, böyle bir nakil gerçekleşebildi. Ve ben de tüm bunları edebiyat aracılığıyla işlemek ve anlamak istedim.
Bu deneyimi yazıya dökmüş olmanız da bizim için büyük bir şans. Çünkü çok özel ve hakikatli bir metin bu. Neredeyse hastalığınızın bir bilançosu şeklinde, çok kişisel bir metin.
Bir yanıyla böyle; ama öte yandan da ‘Hayat’ hastane ortamıyla da ilgili, yani hastaneleri anlatan bir roman. Beni mekan olarak sadece kentler ilgilendirmiyor. Mesela bir süpermarkette geçen bir roman da yazdım. O romanda beden sadece içine süpermarketten satın aldığımız yiyecekleri doldurduğumuz bir şey olarak karşımıza çıkıyor.
‘Hayat’ romanını iki ayrı bölümde okumak mümkün, neredeyse bir insanın ikiye bölünmüş yaşamı gibi… İlk bölüm organ naklini beklemenin, ikinci bölüm ise organ naklinden sonrasının, yani hediye edilen yaşamın hikayesi…. Bu bölümü bir aşk ilanı gibi de okuyabiliyor insan, hayata duyulan aşk gibi. Aynı zamanda bedendeki yeni, yabancı bir organı, kimliği belirsiz bir sevgili olarak kabul etmenin de anlatımı bu.
Evet, tüm bunlar bir süreci anlama çabası aslında. Tabii ki organ nakil sürecine rasyonel bir gözle de bakılabilir. Bir gövde var, o gövde bir makine gibi işlemektedir, gövdenin bir parçası değiştirilmekte, ona yeni bir parça eklenmektedir. Ama bu yedek parçayı şöyle de görebilirsiniz: Ölmüş birine ait bir parçadır bu ve siz onunla birlikte yaşayacaksınız. Romandaki anlatıcı da bu organı yabancı bir sevgili olarak görmeye başlar. Tabii hakkında hiçbir şeyin bilinmediği bir muammadır bu, tıpkı Dante’nin ortada olmayan, kimliği belirsiz Laura’sı gibi bir sevgili.
‘Hayat’ romanı bağlamında şunu da sormak istiyorum. Bugün nasılsınız, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Gayet iyiyim. Kesinlikle organ naklinden önceki durumla karşılaştırılamayacak kadar iyiyim. Neredeyse 18 yıldır böyle yaşıyorum, bunu bir armağan olarak kabul ediyor ve mümkün mertebe bu armağandan yararlanmaya çalışıyorum.
‘KENTLERİ YÜRÜYEREK KEŞFETMEK VE YAZMAK EN BÜYÜK TUTKUM’
Çok güzel. Tabii bunu sormamın bir nedeni de şu: Hareket halinde bir yazar olduğunuzu ve hareket halinde de yazdığınızı biliyorum. Bu bağlamda da hemen, çok özel bir roman olan yeni eserinize sözü getirmek istiyorum. ‘Verkin’, İstanbullu bir Ermeni kadının öyküsü. Söyleşimizin başında da değindiğimiz gibi, sık sık İstanbul’a gidip gelen birisiniz. Goethe Enstitüsü’ne bağlı Tarabya Kültür Akademisi’nin bursiyeri olarak İstanbul’da, Tarabya’da yaşamışsınız. Enstitünün internet sayfasında Boğaziçi Sineması adlı bir yazı dizisinde İstanbul’a dair edebi gözlemlerinizi kaleme almışsınız, 2016 yılında. ‘Verkin’in roman olarak doğumu da sanki bu yazıyla başlıyor.
Her şeyden önce İstanbul’da çok gezdim, dolaştım. Çok yürüdüm. Çünkü kentleri yürüyerek keşfetmek ve yazmak en büyük tutkum. Berlin hakkında da böyle yazılmış üç kitabım var. Yani bir flanör gibi bir şehri gezmek, şehre bakmak ve yazmak her zaman yaptığım bir şey… Bükreş hakkında ‘Romania’ adında küçük bir kitabım var mesela. Ve, evet, İstanbul’daydım ve şehir beni büyülemişti. Mesela Tarabya’dan Eminönü’ne kadar yürüdüm. Çok güzel bir deneyimdi, şehri tanımak ve keşfetmek için de önemliydi. Şehrin eski surları boyunca da yürüdüm, Haliç’ten Marmara kıyısına doğru. Tabii arabayla da çok dolaştım. Tüm bu hareketlilik, bu keşif ‘Verkin’ romanına da girdi.
Evet, okur olarak siz de romandaki karakterlerle birlikte İstanbul’u geziyorsunuz. Aslında roman Berlin’de geçen bir sahneyle başlıyor. Daha doğrusu Berlin’e getirilmiş, bir gözü mavi, diğeri kahverengi bir Van kedisiyle başlıyor.
Evet, aslında Türkiye’de koruma altında olduğu için yurt dışına çıkarılması yasak olan bir Van kedisi bu. Kediyi ‘Verkin’ adında bir kadın getirmiştir Berlin’e. Artık çok da genç olmayan bir kadın bu.
Sanırım yetmişlerinde bir kadın.
Evet, romanın başlarında biraz daha gençtir tabii. Çünkü roman 2015 yılında başlıyor. Ama romanda zaman ilerledikçe yaş da alır kadın. Ki bu tarihlemeleri İstanbul’da üçüncü köprünün henüz bitmemiş ve yeni havaalanın açılmamış olmasından da anlarsınız. Romandaki bu zaman 2019-2020 yıllarına kadar da devam ediyor. Aslında zamanın tespiti İstanbul’u ve Anadolu’yu kavramak için de önemliydi çünkü bu süreç aynı zamanda acımasızca süren dev yapılaşmaları da kapsıyor. Çok büyük, görkemli binaların, devasa yeni köprülerin ve havalimanlarının inşa edildiği bir süreç bu. Kimsenin hayal bile edemediği İstanbul Kanalı gibi bir proje de buna dahil. –Ki böylesi yapılanmaları bugün Almanya’da ya da Orta Avrupa’da hayal etmek mümkün bile değil.
Tüm bunlar romanda da ele alınıyor. Şehrin alışveriş merkezleri hakkında araştırma yapmak üzere İstanbul’a giden ben anlatıcı kişi, burada Van kedisi üzerinden tanıştığı Verkin adlı kadınla karşılaşır yeniden ve onun olağandışı hareketli hayat hikayesini dinlemeye başlar. Sıradışı bir kadındır Verkin. Tıpkı isminin anlamı gibi öteki ama yine de güçlü kalabilen bir kadın.
Evet, İstanbul’da ya da genel olarak Türkiye’de hep isminin ne anlama geldiğini açıklamak zorunda kalan, bu konuda sorunlar yaşayan bir kadındır Verkin. ‘Verkin’ yüce ve ulu kadın anlamına geliyor. Malum, Ermeniler her zaman Hıristiyan değillerdi, eskiden Zerdüştlüğe inanırlardı. Verkin de Zerdüştlükte yüksek rahibeleri anlatan bir kavram. Belki romandaki figürüm de güçlü bir kadın olarak kendini tam böyle görüyordur.
Bir Ermeni kadın bu. Türkiye’de hayatta kalabilmiş Ermenilerin torunu. Bir yandan da çok konuşkandır.
Aslında tıpkı kitaptaki gibi bir şeye tanıklık ettim ben de. Romanın ben anlatıcısı bambaşka bir kitap yazmak için harekete geçmişken Verkin gibi bir kişinin anlattıklarıyla, hikayeleriyle adeta baştan çıkarılır. Kitaptaki yazar karakterim yani ben anlatıcı figürüm bir Alman ve bunlar karşılıklı Almanca konuşuyorlar. Verkin, yedi dil bilen bir kadındır ve her dilde ayrı bir yaşam sürdürdüğüne inanmaktadır. Kitabın bir yerinde mesela şunu söylüyor: “Ancak Almanca konuşurken bu hikayeler aklıma geliyor ve ancak Almancada bunları anlatabiliyorum.” Yani Almanca ‘Binbir Gece Masalları’nı andıran öykülerin dili oluyor.
Çocukken İsviçre’de bir yatılı okula gönderilmiş bir kadın Verkin. Dolayısıyla Almanya ve Almancayla çok sıkı bağları oluşmuş. Aslında onun hayat hikayesiyle birlikte Almanya’nın 20. yüzyıl tarihine de göz atmış oluyoruz. Bana öyle geldi ki sanki yazarın niyeti de biraz bu: Almanya’nın tarihini de anlatmak.
Berlin ya da Almanya hikayenin akışında çok az yer alır çünkü asıl zemin İstanbul ve Akdeniz kıyıları ya da daha uzaklardaki Van Gölü çevresidir. Ama Verkin’in hareketli hayatı nedeniyle Almanya da hep işin içine girer. Bunun böyle olmasının bir nedeni de Verkin’in birkaç yıl çok ilginç bir Alman’la evli kalmış olması. Yani, bu kadın İstanbul’dan Almanya‘ya gider, sonra Fransa’da bulur kendini, derken uzun bir süre Amerika’da yaşar. Sonuçta uluslararası bir hayattır bu. Üç kıta ve konuşulan tüm o diller bir araya gelir. Romandaki ben anlatıcı ise aslında tüm bunların tek bir hayata sığabilmesi karşısında şaşkındır.
‘VERKİN’İ ŞEKİLLENDİREN BABADIR’
Kitap aynı zamanda Türkiye’nin tarihiyle de ilgili elbette, örneğin sanayinin gelişimi, iş hayatı, az önce bahsettiğiniz ülkelerarası gidiş gelişler… Ana kahramanımız Verkin Tarabya’da, zengin bir hayat sürdürmektedir bugün. Çünkü bir girişimcidir ve hayat hikayesini anlatırken bir girişimci olarak Türkiye’de ilk kez ayakkabı tabanının nasıl üretildiğini de anlatır.
Tabii aslında büyük girişimci babadır ve evet, romandaki asıl hikaye de bu babaya dayanmaktadır. Yani Verkin’i şekillendiren babadır. Baba 1902 civarında doğar ve 1915 yılında İstanbul’da olduğu için de hayatta kalabilir. Ailesi daha önce çok zengin olmasına rağmen bu tarihten sonra her şeyini yitirir. Ama adam sonrasında elektrik alanında uzmanlaşır, bir şirket kurar ve Türkiye’de elektriğin yaygınlaşması konusunda büyük katkılar sunar. Yani bir şekilde İstanbul’a elektriği getirenlerden olur.
İstanbul’da 20. yüzyılın başlarında aslında elektriğin ilk etapta Hıristiyan azınlığın yaşadığı bölgelere geldiği biliniyor. Hatta bu konu dönemin romanlarında da karşımıza çıkar. Örneğin Peyami Safa, bir romanında Beyoğlu ya da Şişli gibi bölgelerin geceleri ışıl ışıl ve aydınlık, Müslümanların yasadığı Sultanahmet gibi mahallelerde ise karanlığın hakim olduğunu yazar.
Şöyle görmek lazım bunu: Elektrik ve elektrikle aydınlanma dönemin yenilikçi ekonomisi sayılıyordu. Kısaca, Verkin dünyaya geldiğinde 2. Dünya Savaşı henüz yeni sona ermiştir ve Verkin’in babası elektrik işiyle inanılmaz zengin bir adam olmuştur. Tabii bu zenginlik de her defasında hayatını kurtarmış, baskılardan korunmasını sağlamıştır. Yani bir yandan çok zengin bir aileye doğduğu için ayrıcalıklı bir kadındır Verkin, ama bir yandan da hep ötekileştirilmiştir. Çünkü 1955 yılından itibaren kovuşturmalar nedeniyle ya da ülkeyi terk etmek zorunda kaldıkları için Ermeni ve Hıristiyanların İstanbul’daki yaşamları zorlaşmıştır. Bu olgu da yine İstanbul’un tarihine dairdir.
‘ROMANDA BİÇİM NEDİR Kİ?’
Romanın biçime gelmek istiyorum. Neredeyse röportaj tarzı bir anlatım hakim romana. Ben anlatıcı yazar David, Verkin’le ve Verkin’in yardımcısı Nevin’le bir otomobilin içinde hareket halindedir. Önce İstanbul’un içinde gezdirirler bizi, sonra Türkiye’nin farklı noktalarına giderler. Ve Verkin hayatını anlatır. Ben anlatıcı sorar o yanıtlar. Aslında pek alışılageldik bir roman formu değil ama metin tam da bu dolaylı anlatımla yolunu buluyor.
Eğer, Rachel Cusk’ın ‘Çerçeve Üçlemesi’ başlığı altındaki kitaplarını okuduysanız bilirsiniz, o da benimkine benzer bir şey yapıyor. Bu romanlarda bir yazar vardır, bir kadın yazar. Yazar ilk kitapta Atina’da, ikincisinde Londra’dadır ve sürekli bir şeyler anlatan insanlarla buluşur, kendisi ise ben anlatıcı olarak hemen hemen hiç yoktur. Yazar kendi hikayesine ancak başkalarının hayat hikayesini anlatmaya vesile olmak için değinir. Yani demem şu ki, romanda biçim nedir ki? Bir sürü biçim var, sadece mektuplardan bir roman da yazabilirsiniz.
Tabii burada akıllıca bir seçim yapılmış bence ki bununla da sözü Pierre Loti’ye getirmek istiyorum. 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’da yaşamış ve Osmanlı haremi üzerine romanlar yazmış olan bu Fransız yazar aynı zamanda oryantalist olduğu gerekçesiyle Nazım Hikmet tarafından eleştirilmiştir. Sizin kitabınızda ise romanın başında, Pierre Loti’nin bir romanı hakkında konuşulur. Şunu düşündüm açıkçası: Acaba kitabın biçimini Pierre Loti gibi oryantalizm tuzağına düşmemek için de seçmiş olabilir misiniz?
Umarım düşmemişimdir bu tuzağa. Pierre Loti’nin sözünü ettiğiniz o romanında da bir yazar gelir İstanbul’a, aslında özel haremlerine kapatılmış ve yardıma muhtaç iki Osmanlı kadını tarafından çağrılmıştır bu kişi. Çok iyi Fransızca konuşan bu iki kadınla gizlice buluşmaktadır. Tabii benim durumumu ironik bir benzetme olarak da görebilirsiniz: Neredeyse 120 yıl aradan sonra yine Avrupa’dan bir yazar İstanbul’a gelir ve burada bambaşka bir dünyayla karşılaşır. Tabii oryantalizm tuzağı Batılı yazar için daima bir tehdittir, ben de bu tuzağa yakalanmamak için oryantalizmi baştan itibaren konu haline getirdim sanırım.
”VERKİN’, AYAKTA VE HAYATTA KALMA MÜCADELESİNİN ROMANIDIR’
Akıllıca bir yöntem. Peki siz bu romanınızı nasıl özetlerdiniz?
Kısa ve soyutlaştırarak anlatmam gerekirse: ‘Verkin’ ayakta ve hayatta kalma mücadelesinin romanıdır diyebilirim. Bir hayat öyküsü bu ama aynı zamanda İstanbul’da, Türkiye’de hayatta kalma mücadelesi vermiş bir Ermeni kadının öyküsü bu. Ve henüz hiç değinmediğimiz başka bir konu daha var ki, o da şu: Bu kitap aynı zamanda Türkiye gibi erkek egemen bir ülkede kadın olarak kendini ispat etmek zorunda olmanın da öyküsü. Tabii sadece Türk erkekleri değil, Ermeni erkekleri de bu romanda pek olumlu çizilmezler. Romanda anlatılan Ermeni erkeklerin pek çoğu bugün Türkiye’de yaşamasa da. Verkin tam da bu erkekler yüzünden herkesten daha fazla erkek kalmış bir kadındır.
Bu söyleşi yazar Menekşe Toprak’ın hazırlayıp sunduğu iki dilli “LitVers – Edebiyat Söyleşileri” projesi kapsamında yapılmış olup tamamı podcast olarak yayınlanmıştır.
Podcast söyleşilerinin yayınlandığı sayfalar:
www.litvers.com
LitVers – YouTube
LitVers | Podcast on Spotify